Sayın Necdet Buzbaş’ın Dünya Gıda Günü Konuşması
10 Ekim 2013
Sayın Bakanım,
BM Gıda ve Tarım Örgütü Türkiye Sayın Temsilcisi
Sayın Konuklar
Medyanın Değerli Temsilcileri
Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası (TÜGİS) ev sahipliğinde Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Türkiye Temsilciliğinin ortaklaşa düzenlemiş oldukları Dünya Gıda Günü etkinliğine hoş geldiniz.
Hepinizi TÜGİS Yönetim Kurulu adına saygı ile selamlıyorum.
1980 yılından beri düzenlenen Dünya Gıda Günü etkinliği, FAO tarafından her yıl belirlenen bir temayı esas alıp tüm dünya kamuoyu ile paylaşıyor. Ana hedef açlıkla mücadele ve bu yönde ortaya konan çabaların yaygınlaştırılması amacıyla dünya kamuoyunda farkındalık oluşturmaktadır.
Bu yıl FAO tarafından belirlenen konu; dünyanın doğal sistemlerinin ihmal edilmeye devam edilmesinin sadece bizleri değil, çocuklarımızı ve hatta çocuklarımızın çocuklarını da etkileyeceği gerçeğinin farkına varılarak ‘Beslenme ve Gıda Güvenliği için Sürdürülebilir Gıda Sistemleri’ olarak seçilmiştir.
SÜRDÜRÜLEBİLİR GIDA SİSTEMLERİ
Karmaşık Bir Kriz
Dünyamız 2008 yılında ABD’de başlayan ciddi ve karmaşık bir krizle karşı karşıya kaldı. Küresel ekonomi , son derece spekülatif finansal araçların çökmesiyle tetiklenen, daha geniş açıdan bakarsak finansal balonların patlaması ve sürdürülemez tüketici kredilerinin sonucu olan, ciddi bir gerileme döneminden çıkmaya çabalıyor. Üçüncü evresini yaşadığımız ekonomik kriz, istihdamda yarattığı güvensizlikle ülkelerin hem kendi içlerinde hem de birbirleri arasındaki zengin-yoksul uçurumlarını genişleterek, sosyal adaletsizlikleri daha da keskinleştiriyor, körüklüyor.
Ekonomik kriz dönemlerinde çoğu ülke yöneticileri çevresel ihtiyaçları hızla lüks sınıfına atıverirler. Bu gibi durumlarda alışılmış tepki, gerekli her türlü aracı kullanarak ekonomi motorunu yeniden çalışır hale getirmek, yatırımlarla ekonomiyi canlandırmaktır. Nasıl canlandırma yapıldığı önemli değildir. Oysa çevre ve kalkınma hedeflerinin mutlaka çatışma halinde olmasının gerekmediği artık giderek daha çok kabul görüyor. Bunlar uzlaştırılabilir ve uzlaştırılmalıdır.
Bu yönde Dünya ülkelerindeki farkındalık ilk kez 1972 Stockholm ‘İnsan ve Çevre Konferansı’ ile başladı, 1992 yılında Rio’da ‘İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesinin Kabulü, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinin imzaya açılması ile ivmelendi ve 2012 Haziran ayında Rio 2012 veya Rio+20 olarak adlandırılan toplantıda insani kalkınmayı dünya ekosistemlerinin sınırlarıyla acil uzlaştırma hedefiyle ‘Sürdürülebilir Kalkınma’ adı altında fırsata dönüştürülmüşken bu fırsat küresel ekonomik kriz nedeniyle büyük ölçüde ikinci plana itildi.
Temel nitelikleri serbestleşme ve özelleştirme olan ve buna bağlı olarak ulusal siyasi kurumların nispeten zayıfladığı günümüz şirket güdümlü ekonomik küreselleşme modelinde, hiçbir ülke sürdürülebilir ekonomiye doğru evrilme noktasında sorumluluk yüklenmek istemiyor, bunu şirketlerin sosyal sorumluluk görevi olarak görüyor. Gelişmekte olan ülkeler ise Sanayi Devriminin başlangıcıyla ortaya çıkan ve besbelli temeli sürdürülemez yapılara, davranışlara ve faaliyetlere dayanan dünkü büyüme modelini hala ‘iyi yaşamın’ anahtarı olarak görme çelişkisinde yarışıyorlar.
1992 Dünya Zirvesinden sonra geçen tam yirmi yıl içinde ekonomilerin kullandığı malzeme miktarı artmaya devam ettikçe gezegenimizin doğal kaynakları ve ekolojik sistemleri üzerindeki baskılar da önemli ölçüde arttı. İnsanların büyük bölümünün kentlerde yoğunlaşması sonucu kentsel alanlar dünya nüfusunun yarısını oluştururken, enerji tüketimi ve karbon salımınının yüzde 75’inde pay sahibi oldular.
İnsanoğlu sanki her an yeni kaynaklar bulunabilecekmiş, ekolojik sistemler ile insanların varlığı arasında hiçbir bağ yokmuş, bu gezegeni mahvetmeyi nihayet başarırsak ikinci bir dünya sanki hazırda bekliyormuş gibi davranıyor. Bu davranış biçiminin etkileri her yerde hissedilecek olmasına karşın, bizi uçurumun kenarına götüren eylemler bir azınlığın işi. Dünya Bankası’na göre, dünya nüfusunun orta ve üst sınıfındaki kısmı, 1960 ile 2004 yılları arasında tüketim düzeylerini iki kattan fazla arttırırken, gelir merdiveninin daha alt basamaklarında bulunanlar için bu artış yüzde 60’da kaldı. Bir milyar civarında insandan oluşan küresel tüketici sınıfının büyük bölümü sanayileşmiş batı ülkelerinde yaşıyor. Son yirmi yıl içinde Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya gibi ülkelerde de yoğun tüketim yapan kişilerin sayısının giderek arttığına tanık oluyoruz. Dünya genelinde 1-2 milyar insan daha bu tarz tüketici yaşam biçimini yakalayabilir olsa bile ya insanlığın geri kalanı? Küresel ekonomi onların faydasına olacak şekilde tasarlanmamış olsa gerek diye düşünüyorum.
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, 2008’de açığa çıkan ekonomik kriz, 2007 yılında 177 milyon olan işsiz sayısını 2010 yılında 205 milyona yükseltmesine neden olurken halen tüm kalkınma hesapları büyüme üzerine yapılıyor.
Büyümenin yoksulluğun azaltılmasına katkısı, büyük ölçüde dağılım farklılıklarından dolayı ülkeden ülkeye değişiyor. Çoğu durumda büyümeye artan eşitsizlik de eşlik etmektedir. Eşitsizlikte eşitlik durmadan ilerliyor, yol alıyor.
İşi olanlar arasında bile dünya genelinde en az 1.5 milyar insan (dünya işgücünün yarısı) istihdam açısından son derece hassas durumda. Yetersiz kazanç, düşük iş verimliliği, iş sağlığı ve güvenliği açısından yetersiz iş koşullarıyla karşı karşıyalar.
Ücretler baskı altında ve çoğu kişinin iş garantisi yok ama tüketicilik anlayışı halen gayet iyi durumda. Malzeme yoğun yaşam biçimleri sadece ek işler yapmakla değil borca batmakla da maddi olarak destekleniyor. Toplu taşımacılık bir yana herkes özel otomobilinde tek başına yolculuğu yeğliyor. Sonuç; fosil yakıt kullanımından kaynaklanan küresel karbondioksit salımları 2010 yılında yarım milyar ton arttı; bu rakam Sanayi Devriminin başlangıcından bu yana görülen en büyük artış. Bu durumda ekonomik büyümenin ne insanların ne de gezegenin hayrına olduğunu söylemek çok zor!
Sürdürülemez Tüketim
Dünya genelinde tüketim ürünlerine yönelik talep tam anlamıyla sürdürülemez düzeylere çıktı. Sürdürülebilir Avrupa Araştırma Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmada, Kuzey Amerika’da yaşayan bir kişi her gün 88 kg kaynak tüketirken Avrupa’da bu rakam 43 kg, Latin Amerika’da ise 34 kg, Afrika’da 10 kg. Bu malzemeler sadece gıda, barınak ve giyim gibi temel ihtiyaçlar için değil, çok sayıda tüketim ürünü için de kullanılıyor. Sadece 2008 yılında dünya genelinde 68 milyon taşıt , 85 milyon buzdolabı, 297 milyon bilgisayar ve 1.2 milyar cep telefonu satıldığını belirtelim.
Bilimsel araştırmalar, daha çok şey satın almanın bireyleri uzun vadede daha mutlu ya da sağlıklı yaptığını söylemiyor aksine yapmadığını gösteriyor. Elbette temel gereksinimlerin karşılanması ile bunun sonucunda oluşan refah arasında gerçekten ilişki var, fakat bunun ötesinde bireyin yaşam kalitesi büyük ölçüde sağlıklı, sosyal ilişkilerce zengin ve anlamlı işlerle bağlantılı olmalı, para ile saadet olmuyor.
Beslenme ve Gıda Güvenliği
Halen dünyanın en büyük vejeteryan nüfusunu barındıran Hindistan’da bir süre önce kurulan Ulusal Et ve Kümes Hayvanları İşlem Kurulu web sitesinde şu açıklamayı yapıyor; ‘Hindistan küresel et pazarında kilit oyunculardan biri olmayı hedefliyor’. Batı tarzı tüketiminin uluslararası bir standarda dönüştüğü günümüzde, ekolojik ve iklimsel koşullar daha büyük gıda güvenliği sorunları ve halk sağlığında daha fazla bozulma yaratma riski taşıyor.
BM Nüfus Fonu danışmanı Michael Hermann, mevcut gıda üretimiyle 9 milyar insanı besleyebilirsiniz diyor, ancak üretilen gıdanın büyük bölümü tabağımıza gelmiyor. Örneğin 2008 yılında küresel tahıl üretiminin yüzde 35’i hayvan yemi olarak tüketildi, üretilen mısırın yüzde 60’ı hayvan yemi üretmekte kullanılırken yüzde 12’si de biyoyakıt üretimine verildi.
Sürdürülemez beslenme şekli sadece gıda güvenliği bakımından risk oluşturmuyor aynı anda su baskısı da oluşturuyor. Kalküta’daki Hindistan Yönetim Enstitüsünden bir uzmana göre, milyonlarca Hintlinin hala uyguladığı vejeteryan beslenme biçimleri günde kişi başına 2.6 metreküp su gerektiriyor. Bunun aksine, ABD’deki ortalama bir kişinin beslenme biçimi ise iki katından fazla, 5.4 metreküp su tüketiyor.
Küresel tatlı su tüketiminin yüzde 70’ine neden olan tarım, su kaynaklarının durumunu hem etkiliyor hem de bu durumdan etkileniyor.
Dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük sorun , insanların kaynaklarını her gün daha çok tüketerek bitirmesidir. Kişi başına kaynak tüketiminin gün geçtikçe artması sorunu daha da ağırlaştırıyor. Buna karşın sözü edilen tüketimde bir eşitlik de yok. Bugün 870 milyon açlık çeken insan ile, 2020 yılında sayıları 1.5 milyarı bulacağı öngörülen temiz sudan yoksun insanın Gıda Güvenliğini sürdürülebilir kılmak için bir şeyleri değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Hızla artan obezite, diyabet, kalp hastalıkları nedeni dengesiz beslenme modellerimiz sürdürülebilir mi?
Küresel Dayanışma ve Refah Ekonomisi
Herkes için ‘Sürdürülebilir refah’ arzulanmalıdır. Bu da tüm insanların temel ihtiyaçlarının (gıda,konut,sağlık) karşılandığı, onurlarının korunduğu, memnun ve mutlu yaşamları için bol miktarda fırsatın sunulduğu, bunlar yapılırken bugün ve gelecekte diğer insanların da ayni fırsatlara sahip olma şanslarının elinden alınmadığı bir sürdürülebilir kalkınma modeli sonucu olacaktır.
Bu bir ütopya değildir. Bugünkü ve gelecekteki bütün nesiller için sürdürülebilir refah hedefleniyorsa ekonomik sistemin doğasının ve gerekçesinin temelden değişmesi şart. Odak noktası her ne pahasına olursa olsun ekonomiyi büyütmek değil, ekolojik yenilenmeye izin veren ve maddeciliğe kapılmadan insan refahını sağlamaya imkan tanıyan bir ekonomi oluşturmak olmalıdır.
Dünyadaki tüketici sınıfın, giderek artan bir hızla atık denizine giden, çoğunlukla kısa ömürlü ne üdüğü belirsiz ürünlere odaklanmaktan vazgeçerek aşırı tüketimin azaltılması, yiyiniz , içiniz, israf etmeyiniz anlayışının diri tutulması gerekiyor. Sürdürülebilirlik için, hiç kimsenin – hiçbir ülkenin , hiçbir topluluğun, hiçbir bireyin dışarıda bırakılmayacağı yeni bir küresel dayanışmanın kök salması zorunlu. Kazananlar ile kaybedenler oluşturan geleneksel ekonomik modelin aksine kaybedenleri olmayan bir iş birliği modelinin geliştirilmesi, kaybedenler kazanmadığı sürece kazananlarında kaybedeceğinin anlaşıldığı bir gezegende yaşadığımızın farkına varmalıyız. Sosyal eşitlik olmadan çevresel sürdürülebilirlik de olanaksız. Dolayısıyla, aşırı gelişmiş ülkelerin malzeme ve ürünler üzerindeki paylarını mutlak veriler ışığında azaltması gerekiyor. Bu ülkelerin fazla tüketimle bağlantılı bir dizi hastalığa tutulmaları şaşırtıcı değil. Bunun en açık göstergesi obezite salgını, ABD’de bugün her üç yetişkinden ikisi fazla kilolu ya da obez; bu durum kişilerin yaşam kalitesini düşürüyor, ömürlerini kısaltıyor. Bu ülkede tıbbi masraflar ve erken ölümler nedeniyle oluşan verim kaybı yılda 270 milyar dolara mal oluyor. 2018 yılında obeziteyle mücadele harcamaları 344 milyar olarak öngörülüyor, bunun %60’ı Devlet bütçesinden harcanacak.
Aşırı tüketenlerin toplam tüketimi azaltmak hedefinin merkezinde, bireysel ve toplu tüketim modellerinde çarpıcı değişimler yapılması yer alıyor. Dengeli beslenmeleri ve besin zincirinin daha alt gruplarındaki besinleri tüketmeleri için bu sektörlerin ciddi bir şekilde elden geçirilmesi gerekiyor.
Bu tür eylemler kolay olmaz, fedakarlık çağrısı yapanların kendileri bu çağrıya uymazsa fedakarlığa davet edilenler bu tür çağrılara direnirler. İnsanları fedakarlık yapmaya ikna etmek yerine, herkesin yaşam kalitesinin artması karşılığında belirli lükslerden vazgeçilmesine ilişkin bir diyalog kurulması daha etkili olacaktır.
SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR GELECEK
Dünyadaki gıda ve tarım sisteminin sürdürülebilirliği konusunda küresel bir karamsarlık söz konusu. Gezegenimizde zaman zaman kaynak sıkıntısı yaşanırken beslenme biçimimizi değiştirme konusunda yerel, ulusal, hatta küresel çok güçlü olmasa da ortak çabaların varlığı dikkat çekiyor.
Tarımda pek çok farklı dünya var, önemli olan tek şey bunların büyüklüğü ya da küçüklüğü değil. Gıda sistemine bakarken kullanacağımız; sürdürülebilir , adil ve dirençli unsurları koruyan, geri kalanları ise uyarlayan yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var.
Büyük ölçekli üretimde önemli değişiklikler de dahil olmak üzere, gıda sisteminin tamamında değişim gerekiyor. Dünyadaki yoksulların büyük bölümü gıda güvenliği açısından yerel pazarlara bağlı durumdalar. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerdeki küçük ölçekli üreticiler, sürdürülebilir, adil ve dirençli tarımsal yaklaşımlar yoluyla yoksullara gıda güvenliği sağlama açısından büyük önem taşıyor.
Küçük ölçekli gıda üreticilerinin desteklenmesi, verim artışına ek olarak, sürdürülebilirlik ve iklim şoklarına karşı direnç de sağlayabilir. Küçük ölçekli gıda üreticileri çevre açısından daha iyi tekniklerle daha fazla gıda yetiştirdikleri zaman, gelecekteki iklimsel ve ekonomik şoklara karşı daha az hassas olacaklardır.
Küçük ölçekli gıda üretiminde yatırım sayısı ve kalitesini artırmaya, yatırımlarda kadın çalışan ve kadın girişimcilere fırsat tanımaya, tarıma daha agro-ekolojik yaklaşımın bilinçli bir şekilde yerleşmesine, ilaveten bilgi birikimi, mali hizmetler, krediler ve temel kırsal hizmetler gibi erişim sorunlarını da ele almaya odaklanırsak, bir yandan gıda güvenliğini sağlayıp diğer yandan yerkürenin sistemlerini sürdüren ve ekosistem çeşitliliğini koruyan bir gıda sistemini gerçekten oluşturabiliriz.
Türkiye halen tarımsal hasılada dünya yedincisi. Bu küçümsenmeyecek bir başarı. Hele ilk altı da yer alan ABD, Çin , Hindistan vb. ülkelerin nüfus ve yüzölçümleri göz önüne alınırsa Türkiye’nin performansının çok üst düzeyde olduğu açıkça görülür. Türkiye bunu neyle yapıyor? İstikrar ve ekonomide gösterilen başarıyla.
Altı milyon dolayındaki küçük çiftçi ailesi ile 63 milyar dolarlık bir tarımsal değer oluşturuluyor. Üstelik ağır maliyet koşulları , çok parçalı arazi yapısı , ölçek ekonomisi eksikliğine rağmen Türkiye’de ‘Küçük Çiftçilik’ modelinin başarısı göz kamaştırıcıdır.
Kırsal kalkınma uygulamaları , etkin ve büyük ölçekli kooperatifçilik , tarım ve gıda sektörünün daha fazla desteklenmesi yoluyla küçük çiftçiliği güçlendirmeliyiz.
Büyük işletmeler ya da büyük çiftlikler de olmalıdır , hatta gereklidir. Fakat büyük işletmeler tek başlarına tarım ve gıda sektörünü kurtaramaz.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının yoğun çabalarıyla elde ettiğimiz Dünya Yedinciliğini , küçük çiftçilerin yüksek katma değerli üretim yaparak ölçek ekonomisine ulaştığı , iç göç ve işsizliğe son veren, sürdürülebilir bir karlılık içinde olan ve kırsal refahı arttıran küçük çiftçilik modelini tüm dünyaya ihraç ederek onurlandırmalıyız.
Sayın Bakanım,
Değerli Konuklar,
Yakın geçmişteki elli yılda 7 misli büyüyen dünya ekonomisi bu gezegeni yormuş ama konuklarının yaşam tarzlarına bağımlı olarak gerek duyduğu tüketim kesintisiz artış göstermiştir. Çevre kirliliği ve doğal dengede insan faaliyetlerine bağlı olarak meydana gelen bozulmalar, bugün insanlığın karşı karşıya olduğu ve acil çözüme kavuşturulması gereken en önemli sorun olarak karşımızda durmaktadır. Sorunun çözümü için ekonomik ve sosyal kalkınmanın dünya ekosisteminin sınırlarıyla uzlaştırma içinde uyumlu bir şekilde ele alınması zorunludur.
Sürdürülebilirlik olarak ifade edilen bu uyum, ‘bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan karşılamak’ olarak tanımlanmaktadır. İçinde bulunduğumuz Dünya Gemisinde yolcu yok, hepimiz mürettebatız. Öyleyse sürdürülebilirlik adına herkese düşen görev ve sorumluluk tutumlu olmak ve bu gezegende sahip olduğumuz sınırlı kaynakları korumaktır.
İlginiz ve dikkatiniz için teşekkür ediyor, sizleri TÜGİS Yönetim Kurulu adına bir kez daha saygı ile selamlıyorum.
Necdet Buzbaş
TÜGİS Yönetim Kurulu Başkanı